Ana SayfaMakalePeygamber (s.a.v)’in Hicreti

Peygamber (s.a.v)’in Hicreti

Hicret konusuna geçmeden önce Medine-i Münevveredeki sosyal ve dini hayata kısaca bakmakta yarar olduğu kanaatindeyiz. İslamdan Önce Medinedeki Sosyal ve Dini Yapı: Islamdan önce Medine-i Münevverede iki cemaat yaşıyordu. Bunlardan biri Me’rep seddinin yıkı-lışının sebep olduğu sel felaketinden sonra, Yemen-den hicret edip gelen ve Kahtan soyundan olan, Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan ARAPLAR, diğeri de […]

Hicret konusuna geçmeden önce Medine-i Münevveredeki sosyal ve dini hayata kısaca bakmakta yarar olduğu kanaatindeyiz.

İslamdan Önce Medinedeki Sosyal ve Dini Yapı:

Islamdan önce Medine-i Münevverede iki cemaat yaşıyordu. Bunlardan biri Me’rep seddinin yıkı-lışının sebep olduğu sel felaketinden sonra, Yemen-den hicret edip gelen ve Kahtan soyundan olan, Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan ARAPLAR, diğeri de Aşurluların ve Romalıların zulmünden kaçıp Hicaza yerleşen Kaynuka, Nadîr ve Kurayza oğullarından meydana gelen ve aslında Ibrânî soyundan olan YAHUDILER idi. Bazılarına göre ahır zamanda gönderilecek olan peygamberin ortaya çıkışını müjdeleyen kitaplarının işaret ettiği mıntıka olduğu için Yahudiler Medineye hicret etmişlerdi.

Ayrıca az sayıdada olsa Medinede Nabat pazarının çevresinde ikamet eden Hristiyanlar da mevcuttu ki bunların her ikisine birden Ehli kitap denmektedir.

Medinedeki Araplar din olarak Mekke müşrikleri gibi putpereslik inancına sahiptiler. Ibrahim (a.s)’ın getirmiş olduğu Tevhid dinini, sonradan Hicaza sokulan şirk inancıyla karıştırarak, bu karma dini kendilerine bir inanç sistemi olarak kabullenmişlerdi. Okuma yazma bilmemelerinin yanında geniş manada dini bilgiye de sahip değillerdi. Bundan dolayı kendilerine ÜMMî deniliyordu. Hac zamanı Mekkeye gidip hac yapıyorlardı ve Mekkeli müşriklerin benzeri, dînî hayatı kendi ülkelerinde de sürdürüyorlardı. Peygamber (s.a.v) efendimizin peygamber olarak gönderildiğini hicretten yaklaşık üç yıl önce birinci Akabe biatının gerçekleştiği Minada, Resulüllah (s.a.v) efendimize biat eden ilk altı kişi vasıtasıyla öğrenmişlerdi. Daha evvel ise bunu Yahudilerden, sadece duyuyorlardı.

Yahudiler Ehli Kitap olması, yani Allahu tealanın gönderdiği kitaplardan Tevrata inandıklarını kabul etmeleri itibariyle din konusunda kendilerini Araplara karşı daha bilgili ve daha üstün sayıyorlardı. Ancak dini yaşantıları fal bakmak, sihir ve üfürükcülük yapmak, hasta okumak gibi şeylerden ileri gitmiyordu. Kendi dinlerini milli bir din ve kimliklerini, koruyup, asimile olmamada temel unsur kabul ettikleri için bu dini başkalarına yayma gibi bir gayret içerisinde değillerdi.Her nekadar kendi isimleri ve mensup oldukları kabile adları Arapça olarak kul-lanılsa da dinleri sayesinde kendi kimliklerini örf ve adetlerini koruyabilmiş-lerdi. Ellerinde mevcut olan Tevrata göre âhır zamanda son bir peygamberin gele-ceğini biliyor hatta onun bir çok özelliklerini etraftakilere anlatıyorlardı. Kur’an-ı Kerimde bu yönleri şöyle anlatıl-maktadır: “Kendilerine kitap verdiklerimiz kendi oğullarını tanıdıkları gibi onu (Muhammed (s.a.v)’i) tanıyorlardı.” (Bakara süresi 146)

Sosyal yapı itibarıyla Medine-i Münev-verede yaşayan Arap ve Yahudi milletlerini birbirine bağlayan idârî bir otorite yoktu. Her kabile kendi aralarındaki bağlarla birbirlerine bağlanıyor, kendi kabile reisleri tarafından temsil ediliyor ve yönetiliyorlardı. Zaman zaman kabileler arasında ittifaklar yapılsada bu ittifaklar idârî bir yönetim şekline dönüşmüyordu. Zaman zaman Yahûdilerle araplar arasında çatışmalar meydana geliyor ve bu ortamda Araplara karşı zafer elde etmeleri için son peygamberi göndermesini Allah’tan niyaz ediyorlardı. Evs ve Hazrec kabilesinden oluşan Araplar ise zaman zaman ihtilafa düşüyor bilhassa Yahudilerin kışkırtmasıyla bu ihtilaflar kanlı savaşlara dönüşüyordu. Yukarda anlattıklarımızın yanında yahudilerin kendi varlıklarını ve kimliklerini korumada önemli bir unsur da Evs ve Hazrec kabilelerini bir birlerine vurdurmayı görüyorlardı.

Yahudiler ticaretle uğraşıyor tekstil, tahıl, şarap ve hurma ticaretini ellerinde tutuyorlardı. Bunun yanında faizcilikte yapıyorlardı. Işte bu düzenin devam etmesi için Arap kabilelerini birbirlerine çatıştırmadan menfaat sağlıyorlardı. Savaş giderlerini karşılayamayanlara mülklerini rehin alma karşılığında yüksek nisbette faizli borç veriyorlar, bu borçları ödeyemeyenlerin mülk-lerine ise birkaç sene içerisinde el koyuyorlardı.

Işte böyle bir düzenin ve kanlı savaşların sürüp gittiği bir ülkeden yani Medine-i Münevvereden hacca gidenler birinci Akabe biatında altı, ikinci Akabe biatında on iki kişi, olmak üzere peygamber efendimizle tanışıyorlar ve ona biat ediyorlardı. Ikinci Akabe biatından sonra Resulüllah (s.a.v) efendimiz hazretlerinin kendileriyle birlikte muallim (öğretmen) olarak Medine-i Münevvereye gönderdiği Mus’ab b. Umeyr (r.a)’ın gayretleri, Allah’ın lutuf ve hidayetiyle Islam dini Medine-i Müdevverede hızla yayıldı ve bir sonraki sene gerçekleşen üçüncü Akabe biatına kadar Medine-i Mü

nevvrede yaşayan Arap kabilelerinden Islam dininin girmediği hicbir ev kalmadı. Her evde bir veya birden fazla Müslüman olan kişiler oldu.

Hicretten Sonraki Medine Toplumu:

Resulüllah (s.a.v) efendimiz Medine-i Münev-vereye hicret ettiğinde yukardakinden farklı olarak medine-i Münevverede üç cemaat oluşmuştu.

1.Henüz Müslüman olmamış müşrik Araplar topluluğu

2.Yahudiler ve Hristi-yanlardan oluşan Ehli kitap topluluğu

3.Ensar ve Muhacirlerden oluşan müslümanlar topluluğu

a-) Henüz Müslüman olmamış müşrik Araplar topluluğu: Bunlar müslümanlarla içiçe olup henüz müslüman olmamakla birlikte gelecekte müslüman olmaları beklenen ve de müteakip gün ve aylarda müslümanlığı kabul eden topluluktur.

b-) Ehli kitap topluluğu:Bunlar daha önce de söylediğimiz gibi Peygamber (s.a.v)’in gele-ceğinden haberdar idiler ve Peygamber efendimizi, ellerindeki kitaptan, kendi oğullarını tanı-dıkları gibi tanıyor ve biliyorlardı. Fakat Yahudi soyundan geleceğini bekledikleri bu son peygamberin arap soyundan geldiğini görünce iman etmeyip söylediklerini de inkar ettiler. Bu noktayı Ibn-i Abbas (r.a) şöyle anlatıyor: “Yahudiler, bi’setinden (Peygamber olarak gönderilişinden) önce peygamber (s.a.v) le birlikte olup Evs ve Hazrec kabilelerine karşı Allah’tan zafer ve fetih diliyorlardı. Allah (c.c.) Peygamber (s.a.v)’i Araplardan gönderince ona küfrettiler ve onunla ilgili söylediklerini de inkar ettiler. Mu’az b. Cebel ile Selemeoğullarının akrabası olan Ma’rurun oğlu Bişr onlara şöyle dedi: Ey Yahudi cemaati! Allah’tan korkun ve müslüman olun. Biz müşrik iken siz bize karşı, Muhammed (s.a.v) le zafer diliyor, onun gönderildiğini siz bize haber veriyor ve onun özelliklerini siz bize anlatıyordunuz. Bu sözlere Nadîroğullarının akrabası olan Müşkem’in oğlu Selam şu cevabı vermişti: “o bize bildiklerimizden hiç bir şey getirmedi, daha önce size anlattığımız o değildir.” Bunun üzerine Allah (c.c): “Onlara, Allah katından beraberlerindekini tasdik eden Kur’an geldiğinde, daha evvel o müşriklere karşı (Allah’tan) imdat dileyip durdukları halde, işte o (Tevrat’ta vasfını) bildikleri (Peygamber) onlara gelince, onu inkar ettiler. Artık Allah’ın laneti o kafirler üzerine olsun.(Bakara Süresi 89)” Mealindeki ayeti kerimeyi indirdi.(1)

c-) Ensar ve Muhacirlerden oluşan müslümanlar topluluğu: Üçüncü Akabe biatından sonra Mekkedeki müslümanlar Resulüllah (s.av)’in işareti ve müsadesi ile tek tek veya guruplar halinde Medine-i Münevvereye hicret etmeye başlamışlardı. Resulullah (s.a.v) hemen hemen en sona kalmıştı. Beraberinde sadece hz. Ebubekir (r.a) ı ve hz. Ali (r.a)’yi ayırmıştı. Hz. Ali’yi, daha sonra arkadan takip etmek üzere yatağına yatırıp hz. Ebu-bekir (r.a) ile beraber Medine-i Münevvereye gitmek üzere Mekkeden ayrılmışlardı. Medine-i Münevvreye ulaşan müslü-manlar orada bir çeşit misafir olarak Medineli müslümanların yanlarında kalıp Resulüllah (s.a.v)’in gelmesini beklemeye başlamışlardı.

Resululüllah (s.a.v), bazı kaynakların ifadesine göre Rebî’ul-Evvel ayının sekizinde Kuba köyüne, on ikisinde de Medine-i Münevvereye ulaşmıştır. Diğer bazı kaynaklarda ise oniki Rebî’ul-Evvelde Kubaya ulaşmıştır. Her iki rivayete göre de kubaya geldiğinde ilk iş olarak Kuba mescidini inşa etmiştir ve Kubada birkaç gün kaldıktan sonra bir Cuma sabahı medine-i Münevvereye inmek üzere oradan hareket etmiş, Rânûna vadisi denen mekâna geldiğinde de yanındakilerle birlikte orada konaklayarak Cuma namazının farz kılındığını haber vermiş ve ilk Cuma hütbesini burada okuyarak ilk Cuma namazını buarada kıldırmıştır.

Cuma namazından sonra yine Medine-i Münevvereye inmek üzere bineğine binmiş, yolda giderken bineğinin bağını tutup bize buyur ya resulüllah misafirimiz ol! diyenlere “bırakın onu nereye gideceği ona emredilmiştir” diyerek yoluna devam etmiştir. Şimdiki mescidin bulunduğu yere geldiğinde bineği çöküp tekrar kalkmış ve Ebu Eyyup el-Ensari hazretlerinin kapısına kadar gidip kalkmamak üzere tekrar çökünce “kalacağımız yer burasıdır inşallah” diyerek Peygamber (s.a.v) burada inmiş ve Ebu Eyyup el-Ensari hazretlerinin hanesini şeref-lendirerek kendine ait yerler yapılıncaya kadar burada misafir kalmıştır.

Medinede Yeni bir Toplumun İnşası:

Daha önce Yesrip diye adlandırılılan bu şehir Resulüllah (s.a.v)’in gelmesiyle Medinetü’r-Resûl (Peygamber şehri) veya el-Medinetü’l-münevvere (Peygamberle aydınlatılan şehir) diye anılmaya başlamıştır. Mekkelilerin baskı ve zulümleri altında ezilmekten kurtulup Medine-i Münevvereye ulaşan müslümanlarla Medinenin yerlisi olan müslümanları bir araya getirecek, kaynaştıracak ve bunların arasında ülfet ve muhabbeti geliştirecek adımların atılmasına ihtiyac var idi. Bunlar da sırasıyla şu şekilde gelişmiştir.

a-) Mescid-i Nebevinin inşası: Hicretin hemen arkasından Resulüllah (s.a.v) efendimizin yaptığı ilk iş mescid-i nebevinin inşasıdır. Ebu Eyyup el Ensari hazretlerinin evine gelmeden önce devesinin çöküp, kalktığı yeri, yetim olarak büyüyen iki kardeşten satın alıp mescidin burada yapılmasını emretti. Bu yerde müşriklere ait mezarlar, harabeler, hurma ve bir takım başka ağaçlar var idi. Resulüllah (s.a.v) mezarların başka yere nakledilmesini, harabelerin tesviye edilip düzlenmesini, ağaçların da kesilip kıble tarafına istif edilmesini söyledi. Ozamanlar kıble Kudüsteki beyti makdise doğru idi. Mescidin taşıyıcı duvarları taştan, diğer duvarları kerpiç ve camurdan, çatısı hurma dallarından, direkleri hurma ağacından inşa edildi. Zemini ise kum ve çakıl taşlarından döşendi. Mescidin üç kapısı var idi. Kıble tarafından sona doğru uzunluğu yüz zira’ (46.20 metre) diğer tarafları da aşşağı yukarı bu kadar-dı.(46.20×46.20=2134m2)Temelleri ise yaklaşık üç zira’ kadardı.

Mescid’in bir tarafına, duvarları taş ve kerpiçten, çatısı hurma ağaç ve dallarından oluşan evler yapıldı. Bu evlere “hucürat” yani Resulüllah (s.a.v)’in hanımlarının odaları deniliyordu. Bu odaların tamamlanmasından sonra Ebu Eyyup el-Ensari Hazretlerinin evinden buraya taşındı Resulüllah (s.a.v).

Bu mescid sadece namaz kılma yeri olmadı. Namaz kılmanın yanında aynı zamanda müslümanların islamın prensiplerini ve islamın yönlendirdiği bilgileri alacakları bir üniversite, cahiliyye döneminde sürüp giden savaşların getirdiği nefretin yol açtığı kabile ihtilaflarının sevgi ve ülfete dönüşeceği bir görüşme – buluşma yeri, bütün işlerin ve hareketlerin idare edildiği bir karargah, danışma ve yürütme toplantılarının akdedileceği bir meclis oldu. Bütün bunlarla birlikte malı, akrabası ve evi olmayan ilticacı fakir muhacirlerin büyük bölümünün kaldığı

bir mesken de oldu aynı zamanda.(2)

b-)Müslümanlar Arasında Kardeşleştirme Olayı: Insanların toplanacağı birbirlerini sevip kaynaşacağı bir merkez olarak mescidi yapmasının yanında tarihin not düşeceği en önemli olaylardan birisini daha yapmaya yöneldi Resulüllah (s.a.v). Bu da dışarıdan gelen Muhacir müslümanlarla Medinenin yerlisi olan Ensar müslümanlar arasında kardeşlerştirme olayıdır. Ibn-ul Kayyım şöyle anlatıyor: sonra Resulüllah (s.a.v) Enes b. Malik’in evinde toplanan Ensar ve Muhacirleri birbirleriyle kardeş yaptı. Bunlar doksan erkek idiler. Yarısı muhacirlerden yarısıda ensardan idi. Bunların arasında birbirlerine yardım etmek ve akrabalık olmamasına rağmen öl-dükten sonra birbirlerine mirascı olmak üzere kar-deşlik tesis etti. Bu Bedir savaşına kadar sürdü. Allahu teala “akra-balık yönünden yakınlıkları olanlar, Allah’ın hükmüne göre mirasda birbirlerine daha evladır.” (Enfal Süresi 75) ayeti kerimesini inzal edince mirascı olma maddesi anlaşmadan çıkartıldı. Kardeşlik anlaşmasının diğer maddeleri yürürlükte kaldı.(3) Bazı tarihciler Resulüllah (s.a.v)’in muhacirlerle ensarı birbirleriyle kardeş yapmasının yanında Muhacirleri kendi aralarında Ensarı da kendi aralarında kardeş yaptığını nakletmektedirler. Bu görüşe itiraz edenler olmuşsada şöyle diyenler de olmuştur. “en sağlam ve tercih edilen deliller te’kid etmektedirki bu kardeşleştirme olayı birinci olarak Muhacirlerle Ensar arasında, ikinci olarak Muhacirlerinin birbirleri arasında, üçüncü olarakta Evs ve Hazrec kabilelerinden oluşan Ensar arasında olmuştur. Bunun da gerekçesi, aralarında daha önce varolan nefreti yok edip yerine kalplerini ve gönüllerini birleştirecek ülfeti koyup, birbirlerine sevdirmekti.(4) Bu kardeş-leştirme olayı kağıt üzerinde kalan veya sözden ibaret olan bir anlaşma deyil, hemen yürürlüğe konulan bir anlaşma olmuştur. Imam Buhari’nin Ebu Hureyre (r.a) den naklettiğine göre: “Ensar, Peygamber (s.a.v)’e, hurma bahçelerimizi kardeşlerimizle aramızda taksim eyle dediler. Resulüllah (s.a.v) hayır bahçeler taksim edilmeyecek, onlar size meyvalarında ortak olacaklardır buyurdu. Bunun üzerine Ensar: “Semi’na ve eda’na (dinledik ve itaat ettik.) dediler.”(5)

c-)Selâm: Islamın şiarından yani varlık işaretlerinden biriside selamdır. Selamlaşmak islamdan önce Araplarda değişik şekliyle mevcut idi. Ehli kitapta da var idi. Yahudiler birbirlerini el ve parmak işaretiyle, Hiristiyanlar ise baş işareti ile selamlıyorlardı. Resulüllah (s.a.v) Allahu tealanın kendisine bildirmesiyle farklı bir selam şekli insanlığa öğretti. Bu da: “Esselamu aleyküm veya selamun aleyküm” şeklindedir. Bunun anlamı Allah’ın rahmeti,bereketi, barış ve kurtuluş sizin üzerinize olsun demektir. Müslümanların bir meclise gelmesinde veya meclisten ayrılırken, kendi evine veya başkasının evine girerken veya evden çıkarken, yolda, camide veya herhangi bir yerde karşılaşınca birbirlerine selam vermeleri sünnet olmakla birlikte islamın dışa yansıyan şiarı olarak üzerinde hassasiyetle durulmuştur. Resulüllah (s.a.v): “ey insanlar selamı yayın, insanları yedirip doyurun, akrabaları ziyaret edin, insanlar uykudayken gece kalkıp namaz kılın ve böylece Allah’ın selamı ile cennete girin buyurmaktadır.”(6)

Bu konuda Kur’an-ı Kerimde de: “ey iman edenler kendi evinizden başka bir eve izin isteyip içindeki ev halkına selam vermeden girmeyin. Bu sizin için çok daha hayırlıdır. Olurki öğütlenirsiniz.”(Nur süresi 27) buyurulmaktadır. Bu konuda hem Kur’an-ı Kerimde hemde Hadis-i Şeriflerde bir çok emir ve tavsiyeler mevcuttur. Bu emirler ve tavsiyeler doğrultusunda müslümanlar kendi aralarında selamlaşmaya başlamışlardır ve selam müslümanlığın varlık işareti olmuştur.

d-)Cemaatla Namaz Kılmak: Namaz hicretten bir buçuk sene kadar önce Mekkede iken mirac gecesinde farz kılınmıştır. Mekkede müslümanlar güven ortamında olmadıkları için bir araya gelip toplu olarak ne Cuma namazı ne bayram namazı nede vakit namazı kılamıyorlar ayrı ayrı kılıyorlardı. Medine-i Münevvereye hicret edince güvenli bir ortama kavuştular. Haftada bir Cuma namazı kılmanın yanında günde beş vakit namazda bir araya gelebilme ortamına kavuştular. Bu ortamda cemaatle namaz kılmak gerçek müslüman olmanın şiarı sayıldı. Öyleki sadece müslümanlarla müslüman olmayanlar arasındaki farkı değil, müslümanlarla müslüman görünen münafıklar arasında da bir belirleyici unsur olarak algılanmaya başlandı. Bilhassa yatsıyla sabah namazlarına devam edip etmemek münafıklıkla gerçek müslüman olmak arasında belirleyici bir faktör olarak görüldü.

e-)Ezan: Islamın en önemli şiarından yani varlık işaretlerinden birisi de ezandır. Hicretin ilk aylarında müslümanlar ezan okumuyorlardı. Namaz vakitlerini birbirlerine kendi özel çağrılarıyla duyuruyorlardı. Bir gün oturdular Peygamber (s.a.v)le birlikte namaza çağırmada ortak bir işaretin müzakeresini yaptılar. Bazıları boru üfleyerek boru sesiyle ibadet vakitlerini duyurmayı teklif ettiler. Bu Yahudi geleneği olduğu için kabul edilmedi. Bazıları çan çalınmasını teklif etti. Bu Hrisitiyanlıkta olduğu için kabul edilmedi ve böylece bir şey üzerinde karar kılmadan toplantı dağılmış oldu. Ertesi gün, Abdullah b. Zeyd ismindeki sahabi, Resulullah (s.a.v)’a gelerek rûyada elinde boru olan birini gördüğünü, bu zattan boruyu kendisine satmasını istediğini, bu istek üzerine o zatın bununla ne yapmak istediğini sorduğunu, insanları bununla namaza çağıracağız demesi üzerine bunun size uygun olmaz dediğini ve arkasından size uygun olanı ben öğretiyim diyerek kıbleye dönüp bugünkü şekliyle okuduğumuz ezanın aynısını okuduğunu, kısa bir aralıktan sonrada yine kıbleye dönerek kamet getirdiğini Resulüllah (s.a.v)’a anlattı. Resulüllah (s.a.v) inşallah bu hak yani gerçek bir rüyadır dedi ve arkasından da bunu sen Bilâle öğret o ezan okusun çünkü onun sesi çok daha uzaklara gidecek kadar gür ve hoştur buyurdu. Bunun üzerine Abdullah b.Zeyd’in telkiniyle Bilali Habeşi (r.a) ilk ezanı okudu. Ilk defa Medine semalarında yükselen bu ezanı duyanlar sevgi ve çoşkuyla mescide doğru yöneldiler. Bunların içerisinde özellikle hz. Ömer koşarak Resulüllah efendimize geldi ve kendisinin de aynı rûyayı gördüğünü alatması üzerine Resulüllah (s.a.v) Abdullah b. Zeyd seni geçti. Bir başka rivayette “vahiy seni geçti.” buyurdu. Bazı kaynaklar o gece on sekiz sahabinin aynı rüyayı gördüğünü nakletmektedirler. Bazı kaynaklar ise aynı gece Cebrail (a.s) vasıtasıyla ezanın Resulüllah efendimize vahyedildiğini, dolayısıyla vahiyle rûyanın aynı geceye tevafuk ettiğini nakletmek-tedirler. Hatta buna dayanarak bazı kaynaklar ezanı anlatırken “babu farz’il-Ezan” ezanın farz ediliş bahsi şeklinde başlık atmaktadırlar. Böylece ezan islamın en belirgin işaretlerinden birisi olarak başlamış oldu. Öyleki Resulüllah (s.a.v) bir kabile veya bir memleket üzerine sefer düzenlediğinde geceleyin o yerin yakınında konaklar sabahı beklerdi. Eğer orada sabah ezanı okunur, insanlar cemaaetle namaz kılmak için bir araya gelirse onların müslüman olduğu belli olduğu için onlara, müslümanlara olan yaklaşımla yaklaşırdı. Eğer ezan okunmaz, cemaatla namaz kılmak üzere bir araya gelinmezse onlara da müslüman olmayanlara yapılan işlemi uygulardı. Bu da ezanın müslümanlığın varlık işaretinin delillerinden sayılmaktadır.

f-)Kılık – Kıyafet: Islamın dış görüntülerinden birisi de kılık kıyafet konusudur. Resulüllah (s.a.v) erkeklerin ve kadınların Müslüman olmayanlara benzememeleri yönünde birçok emir ve tavsiyeleri bulunmaktadır. Biçim olarak değil ama şekil oarak bu konuda bağlayıcı hükümler koymuştur. Bilhassa hanımlarda elbisenin kumaşının ince olmaması, vucudlarının şeklini belirtecek darlıkta olmaması ve bedenlerinin her tarafını örtecek genişlikte olması tarif edilmiştir. Resulüllah (s.a.v)’in yanına ince ve şeffaf bir elbiseyle giren hz. Esma’dan başını çevirerek “ey Esma buluğ cağına gelen bir kadının bu senin giydiğini giymesi uygun değildir” diyerek onunla konuşmaktan sakınması bu konunun ne kadar önemli olduğunu ortaya koymaktadır.

Cemaatlikten Devlete
Artık müslümanların hem ibadet için hemde görüşüp konuşmak için toplanacakları bir mescidleri, mescide çağırmak için ezanları, birbirleriyle karşılaştıkları zaman selamları olmuştur ve müslümanlar yerlisiyle muhaciriyle arala-rında kardeşlik tesis edilerek samimi ve sıkı bağlantılar kurulmuştur. Ancak medinede hâlâ müslüman olmamış Araplarla Yauhudiler de yaşa-maktadır. Bunların hepsini bir çatı altında toplayarak Medi-neyi güvenle yaşanacak bir şehir yapma ihtiyacı hala devam etmektedir. Resulüllah (s.a.v) önce Medine şehrinin etrafındaki dağlara işaretler diktirerek ilerde yapılacak olan anlaşmaya konulacak maddedeki güvenlik bölgesinin sınırlarını çizdirdi. Müslümanların yanında Medinede yaşayan Yahudilerle ve Müslüman olmayan Araplarla istişare ederek o günkü adıyla “sahife” diye anlandırılan günümüzde ise “Medine vesikası” diye bilinen kırkyedi maddelik bir anlaşma yazdırdı ve taraflarla yapılan müzakereler sonunda bu tasarı imza edildi. Böylece müslümanların ve müslüman olmayan cematların uymak zorunda olduğu ve bağlayıcı hükümler içeren yazılı bir anlaşma metni ortaya çıkmış oldu. Bazı batılı yazarlarla birlikte birçok müslüman yazarlar bu anlalaşma metnine ilk yazılı anayasa demektedirler. Muhammed Hamidullah’ın ifadesine göre bu metin ilk defa avrupa dillerine Wellhausen tarafından tercüme edilmiştir. (7) Metnin tamamı fazla yer tutacağından burada sadece metinle ilgili bazı önemli konulara değineceğiz.

1-)Ümmet ve Vatandaşlık Kavramı: Vesikanın 25,26,30,36,37. maddeleri ümmetin oluşumunu, tarifini ve yeni islam devletinde vatandaşlığın temelinin islama dayandığını ve müslüman gurupların hak ve vazifelerini anlatmakla birlikte vatandaşlığı sadece müslüman topluma bağlayıp diğer din sahiplerinin veya henüz müslümanlığa girmeyenlerin yüzlerine kapıyı kapatmış değildir. Aksine vesika Medinede oturan Yahudilerin de devletin vatandaşı olduklarını açık bir şekilde ifade ederek onların da haklarını ve görevlerini tesbit etmektedir. Bunların dışında anlaşmadaki bazı maddeler Medineli olup yeni devletin hükmü altına giren müşriklerinde görevlerine işaret etmektedir.

2-)Devlet Reisi Olacak Zâtın Tayin ve Tesbiti: Anlaşmanın 23,42 ve 47. maddeleri bu yeni devletin reisinin Resulüllah (s.a.v) olduğunu davaları çözmeyi ona bıraktığını bu vesikayı

onun gözetleyip koruyacağını bu vesikada yazılı olan maddeleri onun yürüteceğini hükme bağlamıştır.

3-)Adalet ve Eşitlik Prensiplerinin Hükme Bağlanması: Anlaşmanın 13,15,16,17,19,40 maddeleri adalet ve eşitlik prensiplerini, zulmün haram olduğunu karara bağlamaktadır.

4-)Komşu Dokunul-mazlığı: Anlaşmanın 40. maddesi komşu dokunul-mazlığını ve komşuluk haklarının korunmasını içermektedir.

5-)Ödeme Zorluğu Çeken Borçluların Ödemelerine Yardımda Bulunmak: Anlaşmanın 12 ve 25. maddeleri müminlerden hiçbir kimsenin borç yükü altında bırakı-lamıyacağını, kendi aralarında birbirlerine yardımcı olup birbirlerinin borçlarını ödemelerine katkıda bulunmalarını ifade etmektedir. Aynı zamanda Yahudilerin de böyle yapmaları gerektiğini ifade etmektedir.

6-)Güvenlik Tedbirleri ve Savunma Giderlerine Katkıda Bulunma: Anlaşmanın 24 ve 36. maddeleri Medinede oturan ve bu devletin vatandaşı olan herkesin medineyi savunma zorunda olduklarını ve savunma giderlerinden paylarına düşeni ödeme mükellefiyetinde olduklarını ifade etmektedir.

7-)Medinede Olay Çıkartmak: Anlaşmanın 39uncu maddesi “Cevfu’l Medine” denilen harem sınırları içerisindeki bölgenin bu sahifeye taraf olan herkes için dokunulmaz olduğunu hükme bağlamıştır.

Ayrıca bu anlaşma müslümanların barı-şının tek olduğunu hiç kimsenin kendi başına başkalarıyla anlaşmaya gidemiyeceğini, bazı kötü adetleri iptal etmekle iyi adetlerin devamını

ikrar etmektedir.(8)

Sınırları tesbit edilmiş bir ülkede, imanlı ve samimi taraftarları olan ve Resulüllah (s.a.v) gibi tebliğ ve uygulaycısı bulunan Islam dini günden güne tekamül edip gelişmiş, emir ve yasaklar arka arkaya takip ederek devam etmiştir. Hicretin 10uncu senesinde indirilen: “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim; ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Size din olarak Islama razı oldum”.(Maide Süresi 3) ayeti kerimesinin ifadesine göre Islam kemale ermiştir.

Hicret Konusunda Batılı Bazı Yazarların Görüşleri:

Sir Thomas Arnold: “el-Halife” adlı kitabında “Islam dindir, devlettir, inançtır ve sistemdir” diyor.

Sir Hamilton: “Islam sadece kişisel dini bir inaç değildir. Islam, hüküm vermede muayyen bir uslubu olan, kanunları olan ve kendine has sistemi olan, bağımsız bir toplumu kurmayı gerekli kılan bir dindir” diyor. (9)

“Kahramanlar” adlı kitabın müellifi ingiliz yazar Thomas Carlyle: dünyada islamın yayılmasını anlatırken hicretten sonraki bir asra dikkat cekerek şöyle diyor: “hicretten sonra sadece bir asır olmuştuki Rabbın devletinin (islamı kasdediyor) bir adamı Hindistanda bir adamı da Endülüste oldu.

Islam devleti fazilet, kahramanlık, kişilik, güç ve yiğitlik ışığıyla, hak ve hidayetin duruluğu ile asırlarca dünyanın yarısını aydınlattı. Iman işte böyle büyüktür. O hayatın dirilişi kuvvetin de kaynağıdır.

Amerikalı araştırmacı yazar Phillip Hitti Arap tarihi adlı kitabında, Peygamber (s.a.v)’in hicretinin cihan şumul olduğunu birkaç yönden incelerken şöyle diyor: hicret ani bir karar değildir. Bilakis iki seneyi tutan bir tedbirin uygulamaya konulmuş planıdır. Hicret nebinin hayatının devirlerinden yeni bir devrin başlangıcıdır. Artık hicret Mekke döneminin sonu Medine devrinin başlangıcıdır. Islam hükmünün kökleri Medi-neden Arap yarım adasının etrafına daha sonra oradanda Batı Asya kıtası ile kuzey Afrika’nın büyük bir kısmına yayılmıştır. Bundan ötede dünyanın o dönemde meskün bölümlerinin en güzelinde etrafı sağlam örülmüş imparatorluğun temel taşını koymuştur.(10)

SONUÇ
Sonuç olarak Resulüllah (s.a.v) efendimiz hazretlerinin hicreti Allahu Tealanın muradı doğrultusunda başlamış ve yine murad ettiği noktaya ulaşmıştır. Gerçek manada Islamın yaşanabilmesi için 1-güvenilir bir ülke 2-Islama gönül vermiş imanlı bir toplum 3-bu topluma sözünü dinletecek ve bunları huzur içerisinde başka hiç kimseye bağımlı olmadan yönetecek mekanizmayı elinde tutan bir merci olması gerekmektedir. Işte bunlar Mekkede olmadığı için ve Resulüllah (s.a.v)’in istediği manada ve Allahu Telanın emrettiği şekilde islamın yaşanmasına Mekkede izin verilmediği için bu hicrete gerek duyulmuştur. Çünkü Allah daha önceki peygamberler için murad ettiği, insanlığı karanlıktan aydınlığa çıkaracak olan tevhid dinini Resulüllah (s.a.v) için de murat etmiştir.

Zira Allah (c.c) Kur’an-ı Keri-minde:“Sizin için dinden, nuha tavsiye ettiğini sana vahy buyurduğumuzu Ibrahime, Musaya ve Isaya tavsiye ettiğimizi sizede şeriat yaptı. Şöyleki: dini doğru tutun. Onda ayrılığa düşmeyin. Müşriklere, Kendilerini davet ettiğin din büyük (ağır) geldi. Allah bu dine, dilediklerini seçecek ve yönelenleri ona hidayet edecektir.” (Şura süresi 13)

“Sonra seni (dinden) bir şeriat üzerine memur kıldık. Onun için sen o şeriata uy! O bimeyenlerin hevâlarına (istek ve arzularına) uyma.Çünkü onlar, Allahtan gelecek hiçbir şeyi senden def edemezler ve çünkü zalimler birbirlerinin velîleridir. Allah ise, takva sahiplerinin velisidir.Bu (Kur’an), insanların kalp gözleri için ve kesinlikle inanacak bir kavim için, bir hidayet ve rahmettir.” (Câsiye Süresi 18-20) buyurmaktadır.

Selam ve Dualarımızla…

Dipnotlar:

(1) El-Cami Li- Ahkami’l-Kur’an – Kurtubî ilgili ayetin tefsiri

(2)Safiyyür-Rahman el-Mubarekfûrî, el-Rahıq el-Mahtüm 184-185

(3)a.g.e 185

(4)Hasan Halid – Mucteme’ul- Medine 139, Beyrut 1986

(5)a.g.e 140

(6)a.g.e 161

(7)Muhammed Hamidullah. Islam peygamberi 1/190 -Irfan yayıncılık, ist. 1991

(8)Dr. Tevfik el-Vâî – el-Devle el-Islamiyye 48-50 Beyrut 1996

(9)a.g.e 52

(10)Nezir Hamdan, el-Resul fî-Kitabati’l-Müsteşriqîn, 92,Cidde 1986