Bir kısım islâm tarihçilerinin kabul ettiklerine göre, Resulullah (s.a.v)’in miracı Recep ayının 27. Gecesinde meydana gelmiştir.
Bu ise 5 Kasım Cuma gününü 6 Kasım Cumartesi gününe bağlayan geceye tevafuk etmektedir. Yani 1999 miladi, 1420 hicri yılının mi’rac yıldönümü 5-6 Kasım gecesine tevafuk etmektedir. Bu sebepten dolayı biz, Resulullah (s.a.v)’in mirac mucizesi ile ilgili bir yazı kaleme almayı uygun bulduk. Böylece hem bu mucizeyi hafızalarda tazelemeyi hemde bu büyük mucizeyi küçümseyen, onu hafife alan, inanır görünerek onu inkar etmenin ipuçlarını kendi akıllarınca deşifre etmeye çalışan, miracın seneyi devriyesinde televizyon kanalllarının birinden diğerine koşarak müsteşrik-lerin (Oryantalistlerin) söyleyemedik-lerini ilâhiyatçı kimliği ile söyleme cüretinde bulunan, beyinleri misyoner-lerin kirli düşünceleriyle döllenmiş sözde müslüman ilâhiyatçılara da bir cevap vermeyi zarurî gördük.
Mi’rac’ın, hicretten önce meydana geldiğinde bütün hadisciler ve siyerciler ittifak etmişlerdir. (1)
Gine bütün hadisciler, siyerciler ve fıkıhcılar beş vakit namazın mirac gecesi farz kılındığında ittifak etmişlerdir. Bu bir icm’adır.
Isrâ ve mi’rac mucizesinin meydana geldiği hem Kur’anı Kerimle hem Resullullah (s.a.v)’in sünneti yani hadisleriyle hemde islam ümmetinin icma’ı ile sabittir. Bu mucizenin oluşunda hiç bir ihtilaf, islam ümmeti arasında mevcut değildir. Sadece oluş biçimi üzerinde bazı farklı görüşler ileri sürenler olmuştur. Bunların dayandığı deliller ise yok denecek kadar az hemde son derece zayıf delillerdir. Ancak bunlar bile miracı inkar etme yoluna gitmemişlerdir. Işte bu noktayı da dikkate alarak bu konuda islam ümmeti icma etmiştir diyoruz.
Kur’an-ı Kerımde Isrâ ve Mi’rac:
Bir bütün olarak ele alınması gereken isrâ ve mi’rac mucizesi, biri isrâ diğeri Necm süresi olmak üzere Kur’an-ı Kerimde iki sürede geçmektedir.
1.Isrâ Süresi: “Her türlü noksanlıktan münezzeh olan o Allah dır ki, kulunu ( Hz. Peygamber Aleyhisselamı) gece Mescid-i Haramdan (Mekkeden alıp) o etrafını mübarek kıldığımız Mescid-i Aksaya kadar götürdü; ona, ayetlerimizden (kudretimize delalet eden acayipliklerden) gösterelim diye yaptık. Hakikat bu: O Semi’dir – her şeyi işitir, Basîrdir – her şeyi görür.”(2)
2.Necm Süresi: “Ona, kuvvetleri pek çok olan (Cebrail) öğretti (5) öyle ki, görünüşü güzel olup hem en hakiki şekli üzere doğruldu (6) ve o (Cebrail) yüksek ufukta idi (7) sonra (Cebrail, Hz. Peygambere) yaklaştı da sarktı (8) (böylece peygambere olan mesafesi) iki yay aralığı kadar, yahut daha az oldu.(9) (Cebrail) vahyetti Allah’ın kuluna vahyettiğini!(10) (Hz.peygamber, mi’racta gözü ile) gördüğünü, kalbi yalanlamadı. (11) Şimdi siz peygamberin o gördüğüne karşı, onunla mücadele mi ediyor-sunuz?(12) Yemin olsunki o, (Cebraili hakiki suretinde) bir daha da (Mi’raçtan) inerken gördü.(13) Sidret-ül müntehanın yanında (14) Me’va cenneti onun (Sidrenin) yanındadır.(15)”(3)
Yukarıdaki ayetlere baktığı-mızda, birincide yani Isrâ süresinde Hz. Peygamber (s.a.v)’in Mescid-i Haram yani Mekkeden Mescid-i Aksa yani Kudüse götürüldüğünü görüyo-ruz. Bu bölüme Isra denmektedir.
İkinciye yani Necm süresin-de ki ayetlere baktığımızda ise Hz.Peygamber (s.a.v)’ın Sidret-ul müntehanın yanında, Cennetül me’vanın yakınında Cebrail Aleyhisselamı bir kez daha gördüğü, hem de yeminle anlatılmaktadır. Bu ise mi’raçtır. Ne hikmetse bu nokta birçoklarının gözünden kaçmaktadır. Dolayısıyla da, mescidi Haramdan mescidi Aksaya kadar olan kısım ayetle sabittir, inkarı küfürdür. Ama Mescid-i Aksadan yukarıya göğe yükselmesi sünnetle yani hadisle sabittir, inkarı küfür değildir demişlerdir. Halbuki bu ayetleri alt alta getirdiğimizde Hz. Peygamberin Isra ve mi’racının Mescid-i Haramdan Sidretül müntehaya kadar uzandığı net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Sidretül müntehanın yanında, görenin Hz. Peygamber (s.a.v) olduğunda hiç bir ihtilaf yoktur. Ihtilaf sadece Hz. Peygamberin kimi gördüğü hususundadır. Ibn-i Abbasa göre sidretül müntehanın yanında Hz. Peygamber(s.a.v.) Allah’ı (c.c.) görmüştür. Hz. Aişe, Hz. Ibn-i Mes’ud ve bir çok sahabeye göre ise Cebrail Aleyhisselemı görmüştür.(4) Tercih edilen görüş bu olduğu için parentez içlerinde bu görüşü yansıttık.
Ayrıca gine isra süresinde mi’racdan bahsedilmekte ve şöyle denilmektedir. “Vaktiyle sana şöyle vahyetmiştik: muhakkak rabbin insanları kuşatmıştır. Isrâ gecesi, sana, o alenen gösterdiğimizi ve Kur’anda lanet edilen ağacıda yalnız insanlara bir imtihan yaptık (Insanlardan kimi isrâ hadisesini, kimi de cehennemde ağaç biteceğini inkar etti). Biz, onları korkutuyoruz. Fakat bu, ancak onlara büyük bir taşkınlık ilave ediyor.”(5)
Mi’racın ruyada gerçekleştiğini iddia edenler bu ayeti kerimede geçmekte olan “ruya” kelimesine takılmaktadırlar ve bu gerekce ile miracın uykuda iken ruya halinde meydana geldiğini savunmaktadırlar. Hatta bazı Türkçe meallerde şöyle tercüme edildiğini görmekteyiz: “Sana gösterdiğimiz o rüyayı da Kur’anda lanetlenmiş bulunan o ağacı da insanları sınamak dışında bir sebeple göndermedik…” (6)
Halbuki ayeti kerimenin orijinal metninde “ruya” kelimesinden sonra “irâe” kelimesinin gelmiş olması ruyada değil gözle gösterilmiş ve gözle görülmüş olduğunu ifade etmektedir. Nitekim Ibn-i Abbas (r.anhuma) bu ayeti kerimeyi tefsir ederken buradaki görmenin gözle görmek olduğunu, lanetlenmiş ağacın da cehennemde biten zakkum ağacı olduğunu söylemektedir.(7) Bu durumda mi’racın ruyada olduğunu iddia edenlerin, bu ayeti kerimeyi delil getirmeleri Arap diline hakim olamadıklarından dolayı hem tefsir bilgisinden hemde hadis bilgisinden yoksun olduklarını göstermektedir.
Bu iddiada bulunanların bir diğer dayanağı da Hz. Aişe (r.anha) den nakledilen “mi’rac gecesi Muhammmed (s.a.v)’in cesedi kaybolmadı” sözüdür. Öncelikle bu ifadeye sahih hadis kaynaklarında raslanmamaktadır. Üstelik Hz.Aişe validemiz peygamber (s.a.v)’le Medine-i Münevverede evlenmişlerdir. Mi’raç ise Mekkede meydana gelmiştir. Mi’raçla evlilik arasında en az iki yıl vardır. Hatta bazıları Hz. Aişe (r.anha) doğmadan mirac hadisesinin meydana geldiği görüşündedirler.
Binaenaleyh bir insanın evlilik öncesi eşinin yatakta olup olmadığını bilmesi mümkün değildir. Hz.Aişe (r.anha) yukardaki ifadeyi Resullullah (s.a.v) den nakletmeyip kendi görüşü biçiminde söylemiş olmasıda bu sözün Hz. Aişeye (r.anha) isnat edilen bir sözden ibaret olduğu kanaatini kuvvetlendirmektedir. Bazıları ise Hz.Aişe (r.anha)’nın bunu söylediği faraziyesinden haraketle ve başka rivayetlere de atıfta bulunarak Resullullah (s.a.v)’ın mi’racının bir değil birden fazla olduğunu Hz. Aişe (r.anha)’nın sözünü ettiği mi’racın da onlardan biri olduğunu söylemektedirler. Ayrıca Hz. Muaviye (r.a) ye Resullullah (s.a.v)’ın mi’racı sorulduğunda “o salih bir ruya idi” sözüde gine sahih kaynaklarda rastlanmamaktadır. Islam alimleri bu sözü öne sürenlere şöyle cevap vermişlerdir. Hz.Muaviye o zaman henüz müslüman olmuş değildi. Yani Resulullah (s.a.v) la yakın ilişkisi olmadığı gibi yakın ilişkisi olan herhangi bir kişidende nakil yaparak bu ifadeyi söylemiş değildir. Dolayısıyla bu rivayet ve bu rivayete tutunarak mi’racın ruyada olduğunu söylemenin hiç bir güvenilir dayanağı yoktur.
Sünnette Isrâ Ve Mi’rac:
Kütübi Tis’a olarak bilinen Buhari, Müslim, Tilmizi, Nesei, Ebu Davud, Ibn-i Mâce, Ahmed b. Hambel, Imam Malik ve Dârimînin eserlerinden oluşan 9 temel hadis kaynaklarının bir çok bahislerinde seksen küsür yerde mi’raç konusu geçmektedir. Bu hadislerden bazılarının yirmi ayrı sahabi tarafından rivayet edildiği, hadis alimleri tarafından tesbit edilmiştir. Dolayısıyla bu hadislerin bir kısmının “mutevatir” hadisler olduğunu söyleyenler mevcuttur. Bu hadislerin tamamını böyle bir yazıda aktarmamız mümkün olmadığı için burada bu hadislerin muhtevasından bazı önemli noktaları aktarmaya çalışacağız.
1.Mi’raç gecesi Resulullah (s.a.v) Kabenin bitişiğindeki “hatim” denen yerde uyku ile uyanıklık arasında bir halde iken Cebrail (a.s) geldi ayağı ile Resulullah (s.a.v)’ı dürttü sonra da alıp zemzemin yanına götürdü, göğsünü yardı kalbini açarak yıkadı, yanında getirdiği, içi iman ve hikmet dolu altın tas’tan kalbini iman ve hikmetle doldurup kapattı ve tekrar yerine koydu.
2.Bu işlemin tamamlanmasından sonra, merkebden büyük katırdan küçük, gözünün görebildiği en son noktaya adımını koyan “Burak” adında beyaz bir bineğe bindirildi ve Kudüse götürülmek üzere yolculuğa başlandı. Geçerken Medineye uğradı, Cebrail (a.s)’ın işaretiyle orada iki rekat namaz kıldı, Kudüse vardığında Mescidi Aksanın yanındaki halkalardan, daha önceki Peygamberlerin bağladıkları halkaya Burakı bağlayarak mescide girdi.
3.Bütün peygamberlerin ruhları mescidde hazır bekliyorlardı, içeriye girince onu karşıladılar ve tebrik ettiler. Cebrail (a.s)’ın öne geçirmesiyle Resulullah (s.a.v) imam oldu, peygamberlerin ruhları ise cemaat olarak ona tabi oldular (uydular).
Bu onların: “Allah, Peygamberlerden şöyle söz almıştı:bakın, size kitap ve hikmet verdim, şimdi yanınızda bulunan (kitaplar)ı doğrulayıcı bir peygamber geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve ona mutlaka yardım edeceksiniz! Bunu kabul ettinizmi? Kabul ettik dediler. O halde şahit olun, bende sizinle beraber şahit olanlardanım dedi.”(8) Ayeti kerimesinde ifade edilen sözleşmenin tasdiki ve tatbiki anlamındadır.
4.Daha sonra “mi’r-aç” denilen vasıta ile ve Cebrail (a.s)’ın beraberliğinde birden yediye kadar bütün gökleri aşıp geçtiler. Bunlardan birincide Adem (a.s) ikincide Yahya ve isa (a.s) üçüncüde Yusuf (a.s) Dördüncüde Idris (a.s) Beşincide Harun (a.s) Altıncıda Musa (a.s) ve yedincide (Ibrahim (a.s) la selamlaşıp görüştü. Adem (a.s) la Ibrahim (a.s) merhaba salih oğul ve salih peygamber diyerek, diğerleri ise merhaba salih kardeş ve salih peygamber diyerek onu karşıladılar.
5.Daha sonra sidret-ül müntehaya yükseltildi ve oradan da Allah’ın dilediği kadar ötelere götürüldü, Allah’ın vahyine mazhar oldu. Bu esnada elli vakit namaz farz kılındı, inişte Cebrail (a.s)ı Sidret-ül müntehanın yanında, asıl süretinde bir daha gördü. Musa (a.s)’ın yanından geçerken, kendisine ve ümmetlerine Allahu tealanın neyi farz kıldığını sordu. Elli vakit namaz farz kıldığını söyleyince Musa (a.s), vallahi ben senden önce insanları denedim. Israil oğullarına bu konuda en ağır baskıyı yaptım. Geriye dön de rabbinden bunu hafifletmesini iste demesi üzerine Resulullah (s.a.v) geri dönüp hafifletilmesini istedi ve on vakit indirildi. Musa (a.s), yanından geçerken tekrar sorması üzerine on vakit indirildiğini söyleyince tekrar dönmesini istedi ve bu gidiş- gelişler birkaç defa tekrar etti, sonunda beş vakitte karar kılındı.
Günümüzde mi’raç mucizesine itiraz edenler ençok bu noktayı eleştirmekte ve neden Muhammed (s.a.v) kendiliğinden istemedi de Musa (a.s)’nın söylemesi üzerine geriye döndü ve hafifletilmesini istedi demektedirler. Bu itirazı yapanların hâlâ mi’racın sırrını çözemedikleri anlaşılmaktadır. Zira yukarıdan aşşağıya özet olarak anlatılan, hadis ve siyer kitaplarında detaylı bir şekilde anlatılan mi’raç konusuna iyi bakıldığında görülecektirki mi’racta, bütün cihanın peygamberi olan Muhammed (s.a.v) kendisinden önceki peygamberlerin iltifatına mazhar olmuş, mekân olarak Mekke, Medine ve Kudüsden oluşan üç haremin imamlığı kendinde toplandığı gibi bütün peygamberler de onun risaletini tasdik edip onunla birlikte namaz kılmışlardır. Ileride din adına ona karşı çıkacak olan kitlelerden birisi yahudiler olabileceğinden, Allahu teala bu diyaloğu Muhammed (s.a.v) le Musa (a.s) arasında gerçekleştirerek sonuca bağlattırıyor. Böylece beş vakit namazı reddedenlerin Musa (a.s) la da bir ilgisi olmayacağını açık bir şekilde ortaya koyuyor.
Yahudilerden aldığı bir Tevrad nushasını Hz. Ömerin Resulullah (s.a.v)’in huzurunda okuması sonucu Resulullah (s.a.v)’in yüzünün değiştiğini farkeden Ebubekir (r.a)’in uyarması üzerine Hz.Ömerin, Resulullahın yüzüne bakıp “Allah’ın ve Resulunün gazabından Allaha sığınırım, biz rab olarak Allaha din olara islama Peygamber olarakta Muhammed (s.a.v)e razı olduk” demesi üzerine Resulullah (s.a.v) “Muhammedin nefsi kudretinde olan Allaha yemin ederimki sizin için Musa (a.s) çıkıp gelse de ona tabi olup beni terk edecek olsaydınız hak yoldan sapmış olurdunuz. Eğer Musa (a.s) hayatta olup benim peygamberliğime yetişseydi mutlaka bana tabi olurdu”(9) şeklinde Cabir b. Abdullahın naklettiği hadisten de, bu husus açık bir şekilde anlaşılmaktadır.
Ayrıca “Ben Meryemin oğlu Isaya, hem dünyada hem de ahirette bütün insanlardan daha öndeyim. Nasıl ya Resulullah! diye sordular: buyurduki, peygamberler kardeştirler, anneleri başka fakat dinleri birdir. Onunla aramızda başka peygamber yoktur.”(10) hadisi şerifi de bu birlikteliğe Isa (a.s)’ yı katmaktadır. Görüldüğü gibi peygamberlerin arasında hiç bir ihtilaf yoktur. Çünkü peygamberler din koyucusu değil dinin tebliğcisidirler. Dinin sahibi ve koyucusu Allahu tealadır. Her peygamber kendi döneminde Allahu tealanın dinini tebliğ etme görevini üslenmişlerdir. Bu dinin dünya çapında son tebliğcisi de Hz. Muhammed (s.a.v) dir. Bütün peygamberler ona tabi olma sözünü vermişlerdir. Dolayısıyla Hz. Muhammed (s.av)’in gelişiyle dünya üzerinde Allahu tealanın razı olduğu tek din islam dinidir ve bu din kıyamete kadar devam edecektir.
Mi’raçın hem ruh ve hem de bedenle gerçekleştiğine bir diğer delil de mi’raçtan dönüşte Resulullah (s.a.v)’in Kudüse inip yol boyu giderken Mekkelilerin ticaret kafilesini görmesi ve Mekkeye vardıktan sonra da mi’raç ettiğini anlatması üzerine Mekkelilerin karşı çıkması sonucu hem Kudüs hakkında hemde ticaret kafilesi hakkında sordukları sorulara Resulullah (s.a.v)in doğru cevap verdiğini kabul etmeleridir. Ama buna rağmen gine de inkar etmiş olmaları bu mucizenin yukarıda anlatıldığı biçimde meydana geldiğinin delilidir. Zira ruya deseydi hiç kimse itiraz etmezdi. Itirazları bedeniyle gittiğini söylemesine karşıydı.
Isrâ ve Mı’rac Hakkında Akâid Ve Kelâm Âlimlerinin Görüşleri:
Daha çok fıkıh yönüyle ön plana çıkan Imam Azam Ebu Hanife Hazretleri aynı zamanda tevhid ve akaid ilimleri bakımından da imam kabul edilmektedir. Bu konuda yazmış olduğu eserin adı el Fıkh-ul Ekberdir. Bu eserinde Imam Azam (r.a) şöyle diyor: “mi’rac haberi haktır. Kim onu reddederse dalalettedir, (yolunu sapıtmıştır) o bid’at ehlidir.”
İmam Azam’ın bu sözlerini açıklayan Ali el Kari ise: el Fıkh-ul Ekber şerhinde şöyle diyor: “Mustafa (s.a.v)’nın, uyanık iken cesedi ile göğe, oradan da yüksek makamlardan, Allah’ın dilediği yere kadar mi’rac ettiği haberi, bir çok rivayet yoluyla sabittir. Kim bu habere inanmayıp reddederse o dalâletle bid’atı kendinde toplamış olurur. “Hulâsa” adlı kitapta: kim mi’racı inkar ederse onun durumuna bakılır, eğer Mekkeden beytül makdise kadar olan kısmı inkar ediyor ise kafir olur. Beytül makdisten yukarıya mi’racı inkar ederse kafir olmaz. Bunun sebebi; bir haremden (Kabeden) diğer hareme (Mescidi Aksaya) götürülmesi ayetle sabittir. Bunun delaleti kat’îdir. Beytül makdisten göğe yükselmesi ise sünnetle yani hadisle sabittir.”(11)
Ömer en-Nesefî Metni Akaid adlı eserinde mi’racı anlatırken şöyle diyor: “Resullullah (s.a.v)’ın mi’racı uyanıklık halinde, şahsıyla yani cesediyle önce göğe oradan da yukarılara doğru, Allah’ın dilediği yere kadar gittiği haktır, gerçektir.” Sadeddin et-Taftazânî, Şerhul akaid adlı eserinde yukarıdaki metni açıklarken mi’raç mucizesi meşhur haberle sabittir, bu mucizeyi inkar eden bid’at ehlinden yani şeriata muhalefet edenlerden olur demektedir.
Metinde geçen “uyanıklık halinde” sözü, miracın uykuda olduğunu iddia edenlere cevaptır. “Şahsıyla”, sözü Resulullah (s.a.v)’ın sadece ruhunun mi’rac ettiğini iddia edenlere cevaptır. Zira mi’racın uykuda olmasının ve sadece ruhunun mirac etmesinin insanlar tarafından inkar edilmeyeceği açıktır. Halbuki kafirler mi’racı bütünüyle inkar ettiler, hatta müslümanlardan bir çoğu bu sebepten ötürü dinlerinden döndüler, kafir oldular. Metindeki “göğe” sözü, mi’racın uyanıklık halinde fakat ayette geçtiği şekilde sadece Kudüse kadar olduğunu iddia edenlere cevap teşkil ettiğine işaret etmektedir. Gene metinde “Allah’ın dilediği yere kadar” sözü, bazılarına göre cennete, bazılarına göre arşa, bazılarına göre arşın yukarısına kadar, Bazılarına göre ise kainatın öbür ucuna kadar olduğuna dair ashabı kiramdan gelen açıklamalara işaret etmektedir.(12)
Görüldüğü gibi hem Ali el-Kârî imamı Azam Hazretlerininin el-Fıkhul Ekber adlı akaid kitabına yazdığı şerhte hemde Sadettin et-Taftazânî, Ömer Nesefinin yazdığı metni açıklamasında mi’raç mucizesinin iman konusu olarak ele alındığı ve Kur’an-ı Kerimde anlatılan kısmını inkar etmenin küfür olduğunu söylemektedirler. Her nekadar Ali el-Kârî ve Sadeddin et-Taftazânî Kudüsten göğe çıktığı meşhur hadisle sabittir. Inkar eden kafir olmaz diyorsa da bunların söylediklerinden farklı bilgilere ulaşanlara da rastlamaktayız. Imam Kurtubî Isra süresinin ilk ayetini tefsir ederken şöyle diyor: “Isra hadisi, bütün hadis kitaplarında mevcuttur. Islam ülkesinin her tarafına göç eden sahabilerden nakledilmiştir. Bu yönüyle, Israyı anlatan hadis mütevatırdır. Nakkaş: bu hadisi rivayet edenlerden yirmi sahabinin adını zikretmiştir.( 13)
Baş tarafta da söylediğimiz gibi isra ve mirac mucizesi hem Kur’an-ı Kerimle hem Resûlüllah’ın sünneti ile hemde islâm ümmetinin icma’ı ile sabit olan en büyük mucizelerden bir tanesidir. M’iracın özüne yönelik hiç bir ihtilaf mevcut değildir. Detaylardaki ihtilaflara ise islam alimlerinin Cumhuru tarafından verilen cevaplar bu ihtilafa meyledenlerin tutarsızlıklarını ortaya koymaktadır.
Mi’racın seneyi devriyesinin, bütün müslüman kardeşlerimiz ve bütün insanlık için hayırlara vesile olmasını yüce mevladan niyaz ederiz.
Dipnotlar:
(1)el-Rahîk el-mahtûm 137, Müessesetül Reyyan 1997 Mekke
(2)Isra Süresi 1
(3)Necm Süresi 5-15
(4)Begavî- Necm Süresi Tefsiri
(5)Isra Süresi 60
(6)Y. Nuri Öztürk Meal, 289,Y Boyut Ist.1994
(7)Buhari Hadis no:3599, 4347,6123
(8)Âli Imran süresi 81
(9)Darimî Sünen Hadis no:436, Müsned no:14104
(10)Müslim Hadis No:4362
(11)Şerh el-Fıkh el-Ekber, S.111 – Ali el Kâri Darul kitab el Islami Ist. 1955
(12)Serhu-ı Akaid – Sadeddin et-Taftazanî 224-225,Ist.
(13)Kurtûbî-Câmi-ul-Ahkam – Isra süresi tefsiri